Benim Yolum
Kovuktan çıktığında aynı manzaraya bakıyordu yine ama sanki daha dingin, daha güzel. Birkaç adım ötesinde, ardında yükselen heybetli gövdeye gözü ilişti. Ve işte orada kemiksi beyazlık tüm bedenini sarmış, artık hiç olmadığı kadar farklı, neredeyse ölü sakinliğinde dimdik karşısında duruyordu. Ağacın ötesinde sivrilmiş çıplak kayalığın ışığı saklayan parıltısı gecenin içinde seçilebiliyordu. Zirveye doğru ağır adımlarla ilerledi. Eğim arttıkça meka-not bacaklar daha güçlü kırtlamaya başlamış kolluklardan destek almak zorunda kalmıştı. Kaygan kumul yamaçta serin rüzgarlarla tekinsizleşmiş ayak izlerine baktı. Burnunu kırıştırdı, başının arkasında minik bir rüzgârı yakalar gibi döndü heyecanla. Öyle bir sessizlikte süzülmüştü ki baykuş, unutulmuş eski bir anı gibi yok olacağını sandı. Glud ağacının kırık dalında bir kol boyu kanadını tararken bakışını fırlatmıştı o da. Tebessüm edip bir zafer işareti verdi gövdeyle bütünleşmiş kuşa. Yamacı aştığı sıra bir sis kümesi ormanın alçak kesimlerinde ilerliyordu. Keskin koku belki de oraya aitti. Bu sevimsiz yanık kokusunu tam adlandıramıyordu. Zirveye uzanan patikaya vardığında hızlandırıcı ünitesini kıyafetinin içine aldı. Çalıların fışkırdığı toprakta belli belirsiz ilerleyen izlere baktı. Zikzak çizerek yürümüş bir önderin peşinden giden aylak bir takipçi gibi tedirgindi. Vadinin alacakaranlığında karşılaştığı bu adam ister istemez kötü anılarını da hatırlatıyordu çünkü.
Dönemeçli patika daralan bir merdiven gibi uçuruma hapsetmişti onu. Karanlık bir deniz misali görünmezin altında uyku ile uyanıklık arasında bir ormanın iniltisini duyabiliyordu. Ve bu ses hoşuna gidiyordu. Üzerinde kalan son tedirgin edici şüphe de böylece esintiyle uçup gitti. Patika kıvrıldıkça ömründe bir dal gibi aralanmış çıkmazlar, dizgi edilip kendine okunuyor gibiydi. Ama o, andan kopmadan ilerledi ve düzlüğün sonunda boylu boyunca çimenlere uzanmış adamı gördü. Hiçbir şeysiz, -belki bıraktığından daha da kötü halde- ne mekanik kollukları ne çantası, çadırı yakınında, kollarını ensesinde kavuşturmuş öylece yatarak gökyüzünü izliyordu.
‘‘Aman tanrım.’’
Gariptir, fısıltısını işitmiş olacak ki irkilen adam kafasını çevirdi ve dosdoğru ona baktı. Ağır adımlarla adama doğru yaklaştı, sırt çantasını, ayakkabılarını, mekanik kolluklarını ve tırmanış ünitesini yere bıraktı. Başından beri hiç istifini bozmamış adamın tam yanına uzanıp o da gök yüzünü seyre koyuldu. Bu hayranlık dolu bakıştaki anlamı çözmesi için kısacık bir an yetmişti. Gecenin esintisinde muazzam bir denge vardı. Yönünü kestiremediği sayısız tanışmanın ardından içini kemiren o soruyu sordu.
‘‘Kimsin sen?’’
Pişman olacağı bir şey yapmaktan çekinmemişti, artık korkmasına da gerek yoktu fakat bir durağanlık üstüne çullanmış gibi dondu kaldı. Kimse onu tutup da susturmamıştı. Adama çevirdi başını. Yıldızlara dikilmiş o gözlerde bir kıpırtı arandı ama yoktu. Rüzgâr gibi içini dolduran bir sorunun cevabını resmen haykırmıştı bile.
‘‘Ahleksiyanza.’’
Sorulmamış bir sorunun yanıtı ağzından çıkıvermiş ve böylece kendi sorusunun cevabını da almıştı işte. Adamın adı ona fısıldanmış gibi geri dönmüştü. Gecenin bir oyunu olmalı diye karar kıldı tüm bu şamata için. Tek şaşkın kişi kendisi olamazdı ve değildi de. Gökyüzünün ışıkları sanki ismini bilmeyen milyarlarca yıldızlar gibi haykırıyordu soruları. Bütün sorular burada ve cevaplar da keza öyle. Ot mu içmişti? Kesinlikle hayır.
‘‘Buraya bu kadar hızlı…’’
Adamdan çıkan ses kısacık bir an için irkilmesine neden oldu ama bunu belli etmedi.
‘‘Yerin altında bir mağara var, yol kovuğa kadar gidiyor. Bunu biliyor muydun Rye?’’
İşte adamın adı buydu.
Gariptir, bazı sorular sorulur ve unutulur ama sözler -ister tutun ister bırakın- siz yaşadığınız sürece birer anafor gibi etrafınızda döner durur, sonunda sizi bulurlar ve onları gözünüzle görürsünüz. Farkında olmadığınız ise siz anlamı ararken cevabın da aslında orada olduğudur. Küçümsediğiniz benliğinizde daha ne sırlar mevcut kim bilir?
“Onu gördün mü?”
Başını salladı Ahleksiyanza, sonra ona dönmüş yüze baktı ve çaresiz bir bakış yakaladı.
“Yanmış ağaçları mı?” diye üsteledi neyi ima ettiğini biraz düşündükten sonra. Rye cevap vermedi…
Ve doğanın sessizliği kuşku dolu bir aydınlanmayla son bulurken güneşe omuz vererek ufka doğru ayağa kalkmışlardı bile. Doymaz bir suskunluk rüzgarla birlikte uzaklaştıktan sonra,
“Artık buradan duyuluyor top sesleri,” dedi Ahleksiyanza.
“Savaş geliyor. Bunun anlamını biliyorsun değil mi? Ordular toplanıyor, neyin yaklaştığını biliyor musun? Kuzenim de orada görevli, o özel birlikte.”
Kafasını aya doğru çevirdi sakin bir sesle devam etti.
“Diğerleriyle kurulmuş bir ordudan bahsetti bana, onların yanına gidiyorum. Peki sen ne yapacaksın Rye?”
Kızıl göğü yararak geçti güneş, yanaklarını ısıttı. Bir tebessüm yeşeriyordu Rye’ın yüzünde. Ahleksiyanza’ya döndü ve “Tam burada olacağım, olmam gereken yerde,” dedi.
“Peki ne olacak dersin?”
Rye gözlerini ona dikerek adının anlamını sordu. Cevabı olmayan bir soruydu bu, tıpkı önceki gibi… Cebinden çakısını çıkarıp çengelini Ahleksiyanza’nın çantasına taktı. Şüpheyle incelendiğini görünce de,
“Beni düşünme, başımın çaresine bakarım.” dedi.
Gecenin içinden çıkıp geldiği andan bu yana ne kadar süre geçmişti? Amatör bir tırmanıcının sırf heyecan olsun diye mekanına geldiğini düşündüğünde ne de kızmıştı oysa. Karanlık yakada kayboluşunun üstünden bir hafta sonra peşine düştüğü bu gizemli adamı zirvede içler acısı halde bulduğunda -daha birkaç saat önce- ona ne de acımıştı. Lakin onun hala hayatta oluşunun yarattığı şaşkınlık galip gelmişti bile. Kimliksiz bir yabancının onda yarattığı bitmek bilmez bir şüphe durmaksızın filizlenmiş, bilinmezin yüzünü anladığı o an ise geriye sadece endişe kalmıştı. İnsanlık tarihinin binlerce yılına hâkim olmuş ‘‘Şimdi ne olacak?’’ sorusu onu ele geçirdiğinde sesli düşünmemeyi seçti. Ardından, gülen gözlerle ve tüm ifadesini dağıtan bir tonla,
“O salak notu bilerek düşürdün değil mi?” diyerek zirveden aşağılara doğru yolunu bulmuştu bile.
“Ne notu?” diye bağırmak istedi Rye, ama ağzından karga gibi bir sesle fısıltı çıktı sadece.
“Ne notuu? Hangi nooot!”
Rye’ın şapşal sesine daha fazla dayanamayarak durdurulamaz bir kahkaha nöbetine tutuldu Ahleksiyanza. Ağır ve temkinli adımlarla güney patikasına giden sık dalların arasına girdi. Bu karmaşıklık birkaç dakika sonra son bulduğunda, içinde oluşmuş bilinmeyen bir soruyu hatırlamaya çalıştı. Olduğu yerde döndü ve gözüne ilişen bir parıltıya odaklandı. Çengeli çıkarıp eline aldı. Çakıyı açtı. Bıçak gümüş grisi bir kalemi andırıyordu. ‘‘Bu kadar küçük bir şey için miydi bütün bu tantana?’’ dedi kendi kendine. Omuz silkti ve avucunun içine yerleştirdiği çakıyı çevirdi. Birkaç turdan sonra ağırlaşan görüntüsü durdu. Sonra tekrar çevirdi eski rutin onu izlerken. Çakının öldürücü ucu yine aynı parmak ucuna dayanmıştı. Ahleksiyanza bıçak üstündeki hakimiyetini kesinleştirmek ister gibi çakıyı yine çevirdi. Aynı sakinlikle bekledi… Bekledi… Bekledi… Ama çakı durmadı, dönmeye devam etti. Durmadan aynı itkiden güç alır gibi hareketini sürdürüyordu. Dönüşünün yarattığı hafiflik ve ses ona kilitlenmesine sebep olmuştu. Ama bu dikkat şüpheden ziyade daha çok meraktı artık. Parlayan bir daireye bakıyordu sanki. Bakışları büyüdüğünde ise bu puslu aynada gözler onu buldu… Ve bir yüz onu tanıdı. Yansımada korkmuş bir kız çocuğu tüm bedeni kasılmış halde geri geri salınıyordu. Hemen ardından -neredeyse saklanmış paranoyasını arar gibi- endişe dolu gözlerle etrafına bakınan ergen bir kız çocuğu belirdi. Şimdiyse gözlerinde ölümle burun buruna gelmiş, dehşet içinde kalmış genç bir kızın karanlıktaki çehresiyle karşılaşmıştı. Daha iyi görmek için onlara yaklaştıkça henüz silinmemiş üç ayrı yüz iç içe geçmeye başladı. Tüm merakı bu yakınlaşmadaydı. Yaklaştı… Yaklaştı… O yaklaştıkça dalgalanan parıltıda oluşan yüz seçilmeye başlıyordu. Alnı, çenesi, ağzı, burnu… Ve sonunda ucu yine güneye sabitlenmiş halde aniden durdu. Çakının gövdesinde yalnızca açık mavi gözleri seçilebiliyordu artık. Kendisiydi! Tüm geçmişi onunla birlikte yolculuk etmiş ve bu buluşmada tekrar bir araya gelmişti. Dalların arasında görünmeyen zirveye çevirdi başını ve gülümsedi. Çakıyı sıkıca kavradı, çengelini tekrar çanta askılığına geçirdi. Gölgeli dalların arasından bir görünüp bir kaybolan güneşin eşliğinde uzun, dolambaçlı patika boyunca yürümeye devam etti.
”İnsan sevdiği için neler yapmaz ki? Hele ki sevdiği, yaşamın ta kendisi olduğunda bu coşkunun önünde kim durabilir? Dost bil öyleyse dünyayı ve de yüreğin gibi taşı onu. Hem sakın hem de savaş omuz omuza.”
Yorumlar
Yorum Gönder