Verum
Arkası bana dönüktü artık... Oyun bitmişti... Sahneden inerek yürüdü. Karşımdaki yükselen tepecikte durdu. Yapmamalıydım belki. Hayır, bugün değil! Şu an olmamalı! En güzel anılarında sakladığı ölüm aryasını izlemek zorunda bırakmıştı beni. Korku dolu bir tutku gizlenmişti o gecede sanki… Asla eski neşesini bulamayacaktı. Asla eski o olmayacaktı. Artık devrilebilirdi nehirler, düşebilirdi gökyüzü, tozu dumana katabilirdi tayfunlar… Geceyi de alıp yanında götürmüş gibi aydınlandı bütün orman. Öyle bir ışıktı ki bakmaya cesaret edemez hiçbir insan... Ama ben baktım, tam da kaynağına kaymıştı gözlerim. Göğü yaran bir gürültüyle inen kurşundan daha hızlı bir yıldırımdı bu. Tüm bedenini kaplamıştı kızın. Onu rahminde taşımış bir ana gibi sarmalayıp aynı hızla yok oldu. Bu hırçın oyunu yıldırımın, maskeyi parçalamıştı artık. Onu ilk kez o an tanıdığımı hissetmiştim. O neşesi oyunumuzun bozulmasıyla kaybolmuştu. Ciddi bir tavrı vardı bedeninin. Tozlaşan maskenin dağılan yarısında, asil duruşunun gizemli yüzü belirmişti. Maskesiz ne kadar da üzgündü bu yüz. Sola doğru hafif çevrilmiş yüz ve yeri delip geçen o ulvi bakış… Onu tanıyordum! Hep tanımıştım… Bu korkunç yanlış sonsuza dek yasaklı olduğum bir bedene hapsolmuştu artık. Yüzüne bakamıyordum. Maskesinin diğer yarısını çıkarıp attı. Gözlerim yoktu o andan itibaren. Masal yiyen cadının mahzenindeki küller arasında boğulan küçük çocuktum ben artık. Biliyorum, bu masal da yenecek. Ama yine doymayacak kötülük. Gözlerimin içine doluyordu sıcaklığı bakışlarının. Suratımı kavradı çiçek tenli elleri. Muhteşem kokuyordu bu beden, içime işliyordu kaderi… Bu yüz, derin bir girdabın kalıntılarından bugüne yolculuk etmiş bir yüzdü. Neden bu yüzü seçmişti? Bu maske en acı veren maskesiydi kızın. Gözlerimi ondan alamıyordum. Işıkları solarak yok oldu yıldızların ve ayın, artık tüm bedeninde ışıklar akıyordu. Zamanı gelmişti. Son savaşımda yanımda olacaktı. Öyle sanmıştım. Elimi kalbine koydu. İki ayrı ritim raks ediyordu kafeste. Bastırdı tüm gücüyle, ışıklar doluştu avucumun içine… Sahne yeşil bir tepeye yol ediyordu geleceği. Çığlığımı yutmuştu derin sessizlik. “Hayır” diye haykırıyordum sessizliğin derinliklerinde. Bütün gücümü yitirmiş halde ona bakmaya çalışıyor, ulaşamıyordum bakışlarına… Yükselmeye başladı tüm bedeni, büyüyerek güçlü bir ejderhaya dönüştü. Yere dönük kafası gökyüzünü gösteriyordu şimdi, kuyruğu ise yamaçlara sallanıyordu. Hareketini tamamladıkça ağırlaşıyordu ejderhanın bedeni. En sonunda yeşil güçlü teni kalın pullardan sert bir kayaya dönüşmeye başladı. Ağzını olabildiğince açarken bu ejderha, tamamen çehresi değişiyordu artık. Onun, aradığım olduğunu anlamam uzun sürmedi. Yanarak kül olduğuna şahit olmuştum oysa... Defalarca yıkılmıştı sallantılarda, yıldırımlar dövmüştü gövdesini, ayakta duramazdı. Ama işte oradaydı tüm heybetiyle. Sonra, acıları çekenin o olduğunu görümde fark etmeye başladım... Müthiş bir acı kapladı içimi ve de yokluk. Sonra bir anda kayboldu. Sanki beni teselli edenle üzen şey aynı varlıktı. Beni iyileştiren bir kokusu vardı bu gövdenin. Tüm gökyüzünü kaplamıştı bu kollar. Biraz uzaklaştım ve onu izledim, bilgeliğin ağacını…
Yorumlar
Yorum Gönder