Gece
Korkularını geceye yaslayıp bekleyemez insan. Düş kırıklığı değil ki bu? Nasıl yürüyebilir geceye güvenmiş, gözü kapalı? Ama ya başka şansı kalmamışsa? Hayattaki tüm ihtimalleri tükenmişse? Küçük bir akvaryum balığı gibi ona bahşedilmiş dünyasında, onu bu hayattan alacak tehlikeyi bilebilir mi? Hiç yoksa bu tehlikenin nereden yaklaşacağını tahmin edebilir mi? Yüzmeyi bırakıp bunları düşünür mü dersiniz? Yoksa memnun olmadığı hayatının keşmekeşli dallarında onu zehirleyen, onu yavaş yavaş bitiren, güçsüz kılan hayali düşmanıyla mı yaşamalı? Bilinmezdir gecenin sırları, size dökmez için nedensiz. Onunla sohbet etmeye cesaretiniz yoksa sabahı mı beklerdiniz? Belki ince bir kıvılcım çakar da aydınlanıverir etrafınız ya da deus ex machine size canlı bir halat atar da sizi yormadan belinize sarılıverir güzel yapraklar. Yo hayır bunu yutmayacağım. Bu yolların nereye çıktığını bilirim. Korku kabuslarını besler. Sen onu hapsetmiş, hayatına yıllarca devam etmişsindir ama o boş durmamıştır. Senden gebe kalmıştır. İşte bu fetüs sen daha onu fark edemeden büyür, gelişir zeki bir varlığa dönüşür. Korkuları hapsetmenin bedeli, onun parmaklıklarına saplanıp kalmaktır artık. Kabuslar senin bir parçandır, sensindir biraz, biraz da korkuların. Bitmeyen bir kâbusun içinde korkularınla savaşıp durursun geriye kalan ömründe. Ya da geceye kulak verip, sessizliğinin içine yürüyüp gidersin. İşte orada bir yerlerde seninle sohbet etmeyi bekleyen birisi mutlaka olacaktır. Çünkü gece sizi asla eli boş göndermez. Kadim çığlığıdır Tanrı’nın gece. Öyle derler… O, kabuslarını dizginlemeyi öğrenebileceğin bir yoldur. O, dumanlar içindeki atı görebileceğin tek yerdir. Bu yüzden sen geceye güven. Aradığın cevabı onda bulacaksın. Montumun iç astarı parçalanmış, göğüs kısmının yalıtımında yırtık olduğunu da şu an fark edebildim. Yağmur şiddetini iyiden iyiye azalttı. Su dolmuş ceplerimi boşaltıp iyice kurulamam lazım montumu.
“Ateş yakmamı ister misin?” dedi Kendra aniden belirerek.
“Gerek yok, zaten beni ısıtmaz.”
“Kendini güvende hissetmeni istiyorum tatlım.”
“Yine de teşekkürler.” Kendra’nın soluk bir ışığı vardı. Yağmurun altında bir şey aranırmış gibi sessizce uzaklaştı. Cevabımdan sonra yüzünde beliren o tanıdık acı unutkanlık... İyi bir şey yapmak için dövünen bir anne gibiydi. Uzaklaştıkça ışıltısı dağıldı ve birkaç parlak nokta halinde karanlıkta gözden kayboldu. Sesi bedeni gibi uzaklaşmaz ama. Hep burada ama yine de sessiz. Fısıltılar mırıldanıyor.
“O güzel ve zeki… Kardeşin seni çok seviyor, her zaman yanında olacaklar… Ona dokunma! Sana dokunma dedim!.. Yasaklanmış nesne, ondan uzak durmalısın Rye… Seviyor… Seni seviyor… Bana güven… Saklanmalısın… Sana zarar verecekler… Merhaba sevimli şey… Ben…” Kucağında taşıdığı karmaşık çalı kümesi kararsız bir ışıltıyla kıpırdandı. İçinde küçük bir yüz belirmesiyle yavru tosbağa ile karşılaştım. -Yağmurun dinmesiyle eski neşeme dönmemi istiyordu belki de.-
“Bak burada kimi buldum. Seninle tanışmak istiyor tatlım.” Kucağımda oynaşan soluk ışıltılar küçük bir kaplumbağaya dönüşmüştü. Ona baktım, bana gülümsedi. “Teşekkür ederim Kendra. Burada olman bana huzur veriyor.” Gülümsemesi büyüdü arkasını dönüp elbisesini tutarak ıslak zeminin üstünde ilerledi ve uzaklaştı. Kucağımdaki görüntünün eriyip kaybolmasıyla Kendra’nın da gitmiş, geldiği yere geri dönmüştü. Umut ve unut yan yana yükseliyor bu gece... Gözlerimi açtığımda ağaç kavuğuna yaslanmış üşüyor olduğumu anladım. -Garip bir ürperti sarıyordu tüm bedenimi. Ne bir rüzgâr ne de yağmur değildi bunun sebebi. Uzun süren ıslaklıkta şimdiye kadar zaten kururdum. Belki hasta olurdum fakat ıslak kalmayacağım kesin.- Hışırtıların yaklaştığı sessiz bir duvar gibiydi dinlence kovuğum. Çok rahat ve ağrısız bir şekilde ayağa fırladım. Montumu ters düz edip sırtıma geçirdim. Yaprakların hışırtılarını takip ettim. Bu ses ayak sürüme sesinden ziyade rüzgârın adımları gibiydi. O kadar narin takip ediyordu ki hışırtılar birbirini, orada birisi olduğuna ve gezindiğine yemin edebilirdim. Tıkırtılar acaba nereden geliyor diye bakındım. Bu sefer ağaç gövdelerini takip ettim, sesin geldiği kabuğu taradım. Işık parlaması ile dalları yararak güneş kendisini gösterdi, başımı eğdim, ufak gölgeler halinde yaklaşan kelebek topluluğu ışığı yararak geçti. Tıkırtının kaynağını o an keşfettim. Kovuğuma dönüp dizlerimi karnıma çekerek oturdum. Ürperti bedenimi sardı. Kovukta bir el yumuşacık geziniyordu. Bu ses ince tırnakların okşadığı bir gövdeden yankılanıyor olmalıydı. “Aradığını bulmak için mi geldin?” Tıpkı düşlerimdeki gibi bir karmaşada -bunu duydum mu, ben mi fısıldadım- karar veremiyorum. Kovuktan fırladım, ses benim irkilmeme değil, onu merak etmeme neden oldu. Daha önce hiç görmediğim kadar ilgi uyandıran, ince bedeniyle dönerek karanlık gözlerini bana devirmiş, ormanın ruhu gibi bir anda ortaya çıkmış, ayaklarından tüm gövdesine kadar bilinçsizce sarmaşıkların, tarifsiz incelikte ve soluk parlaklıkta, şeffaf ipekten örülü eteklerin süslemiş olduğu bu kız sırlarla dolu bir düş gibi karşımda duruyordu. Ama nedendir bilinmez yüzünü göremiyor, sanki gizemli bir şekilde engelleniyordum. Orman perilerini andıran, onu sımsıkı sarmış olan şeyler ufak ayaklarını patik gibi sarmıştı. Glud ağacının kalın pullu gövdesine sol elini sürtüyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Bu antik ağacın gölgesinden belirmişti… Tırnaklarıyla ağacın gövdesini tıkırdatarak arkasını döndü. Sanki hiç karşılaşmamışız gibi, sanki ben yokmuşum gibi yürüdü. Bu yürüyüşü bir yerlerde görmüştüm, hatırlıyorum ya da unuttum... Beni görmemiş olamaz ama arkasına dönmeden uzunca bir yol kat etti. Yoğun bir koku takip ediyordu sanki bizi. Kokladıkça bu farklı çiçeklerin bütün kokusunu, ıhlamur ve nergisi ayırt etmiştim. Gözlerimi ovarak orada kalakaldım. Ancak kız sakin hareketlerle devrilmiş ölü bir ağacın tepesinde durdu, bana dönmedi. Gün ışığının sık dalları yararak girdiği havada -parıl parıl süzülen polen ve tohumlar okyanusu arasında- kolları yüzüyor gibi dans ediyordu. O an beni beklediğini anlamıştım. Onu izlemeye başladım, beni bir düzlüğe götürdü…
Yorumlar
Yorum Gönder